Yuva


Bir Mayıs günüydü evi bulduğumuzda. Ayaklarımıza kara sular inerek dolaştığımız, her seferinde bin bir umutsuzlukla ‘bulamayacağız galiba’ diyerek beğenmediğimiz onca evden sonra bulmuştuk burayı. Görür görmez de ısınmıştı içimiz. Camında ‘’ KİRALIK’’ yazıyordu. Ana yola bakan uzunca beyaz binanın en üstten bir alt katıydı. Koşarak çaldık kapıyı. Bir genç açtı, sarı dik saçlı, yassı surat uzun burunlu. Evet dedi kiralık burası, ben de öğrenciyim, bitti okulum gidiyorum. Ama dedi, sınavlardan sonra boşaltabilirim ancak. Olsun dedik, bekleriz biz. Gerekirse sokakta yatar gene de bekleriz. Yaşadığımız onca olaydan sonra üzerimize yapışan ürkekliğin yanında mecburen halletmemiz gereken bazı şeyler yüzünden oluşan bitirim tavrımız ile güzel şeylerin bizi asla bulamayacağına olan sonsuz inancımızla girdik oturma odasına. Oturma odası gerçekten oturma odasıydı, koltuk takımı vardı bej rengi. Tek başına yaşamıştı 4 yıl. Mühendislik okumuştu. Gözümüz korkmadı değil, kirası yüksektir diye geçirdik içimizden. Halimizden anlaşılıyordu demek ki, yükseltmedi ev sahibi kirayı. Oturun dedi öylece. Kulaklarımıza inanamamıştık. Koşup öpesimiz gelmişti ev sahibini. Abimiz oluverdi hemen de. Hayal gibi gelen 2 saat sonunda yine dönmüştük mecbur Aysel’in evine. Sınav zamanı sokakta kaldığımız için bizi mecburen evine almış, Doğu Anadolu’nun misafirperverliğiyle ağırlamıştı fakat şımarık, arsız, umutsuz kişiler olarak onunda burnundan getirmiştik. Kovamıyordu da bizi. Ev arkadaşının odasına taşınmıştı o sırada, siz rahat edin demişti sözümona ama ders çalışamıyor, uyuyamıyor en önemlisi huzur bulamıyordu. Yer Yer şikâyetlerini yakalamıştık da. Evi bulduktan sonra iyice zıvanadan çıkmıştık. Sabah akşam evin planını çiziyor sanki varmış gibi eşya yerleştirip hayaller kuruyorduk. Üstelik ders çalışmamız, sınavlara girmemiz gerekiyordu. Ama değil sınavlar, dünya umurumuzda değildi o günlerde. Hem ağır bir yenilgi içinde hem de küllerimizden doğan anka kuşu misali dönüşe hazırlanmanın umudu ve gazı vardı içimizde.
Babam o günlerde trafik kazası geçirmiş, hastanede yatıyordu. Babamdan isteyemediğim için dedemden harçlık istemiştim. O da yaşlı olduğu ve bankadan anlamadığı için gönderememişti. Meteliğe kurşun atıyordum. Sezin ‘in aldığı ekmekle karnımızı doyuruyorduk. Aysel her şeye rağmen ara sıra bize makarna yapıyor, karnımızı doyurup aldığı sevapları hanesine ekliyordu tabi. Ama biz rahatsızlık verdiğimizin o kadar farkındaydık ki çaresizlikten elimiz kolumuz bağlı oturuyor bari bir de mutfak masrafı ettirmeyelim kıza diyor, yemek işini dışarda halledip eve geç dönüyorduk. Her şeye dayanıyorduk yani. İşin güzel yanı o günler için, açtık, sokaktaydık ama her şeye rağmen her şeye kahkahalarla gülüyorduk. Olanlara, halimize, Aysel’e, Karadenizliye, her şeye gülüyorduk.
Ailelerimiz hiçbir zaman ne yaptığımız merak etmemişlerdi. Bizde hesapsızlığa alışmıştık. Yalnız, kimsesiz, 5 parasız, yere serilmiş bir minder parçasının inceliğinden beli tutulmuş, aç biilaç, sınav sorumluluğuna asla sahip olmayan, rezil bir şekilde sürdü gitti o günler. Sonunda beklenen gün geldi. Karadenizli aradı bizi, boşalttım buyurun anahtarı dedi. Hemen borç para bulup eski eşyalarıma esaretten kurtardım. Sınıftaki erkeklerle işbirliği yaparak taşınma işini de hallettik. Apartmanın bitirim ve uyanık kapıcısı Emin, bizi hemen bağrına bastı. Bodruma inip envai çeşit 2. El ev eşyası gösterdi, cüzi bir ücret karşılığı satıyordu. Gözlerimize inanamıyorduk. Üzerinde farelerin cirit attığı, kim bilir kaçıncı kez kullanılan, koyu yeşil, yırtık çekyata aşık olmuştuk. Asla bütçem olmamasına rağmen boyaları dökülmüş, çıtadan hallice hali kalmış kitaplıklı çalışma masasını ve eski mi eski bir sandalyeyi kapmıştım. Evi düzdükten sonra sanki hayattaki tüm varlığı birbirine uyumlu ve güzel eşyalara bağlı ürkek bir Anadolu ceylanı andıran gelin gibi eşyalara ve eve hayran hayran bakıyorduk. Perdelerim, yatağım ve çalışma masamla odamı kurmuştum bile. Sezin ‘in kitaplığını, eski çekyatı salona yerleştirmiştik. Duvarlara afrikan tablolar ve masklar asmıştık. Yerde Che Guevara baskılı bir minderimiz bile vardı. Çatal yardımıyla uydu yaptığımız eski, tüplü televizyonu da başköşeye yerleştirip çekyata Hint örtüsü atmıştık. Ev saraydı gözümüzde. Yüksek katta olduğumuzdan tüm şehir ayağımızın altındaydı. Akşam vakti ışıklarıyla tam bir şölen oluyordu balkonumuz. Artık bizim de kafamızı huzurla sokacak bir yuvamızın var olması umudu bizi sarıyor baştan ayağa bizi sevince boğuyordu. Artık güzel şeyler bizim için de olabilirdi. Sanki hayatta yegane emelimiz bir evimizin olması idi ve o da olmuştu. Sadece ikimizin. Artık battaniye altına girerek sabaha kadar televizyon izleyebilecek, yemekler yapıp arkadaşlarımızı davet edebileceğimiz, kendimizi geliştirebileceğimiz, en iyi filmleri izleyip ayaklarımızı uzatarak kitaplar okuyabileceğimiz en önemlisi başımıza gelmeyenin kalmadığı o karanlık, öfkeli, nefret dolu sokağa kapımızı arkadan kapatabilecek, üstünden sürgü çekebilecektik. Artık kimse bizi üzemeyecek, yaralayamayacaktı. Avrupa sineması, Rus edebiyatı, siyasi tarihi, Yunan mitolojisi, hepsini yalayıp yutacak, politik bir duruş sergileyip güzel bir gelecek inşa edecek, her şeyin üstüne çizgi çekebilecektik. Oldu da. 2 sene boyunca hayal ettiğimiz her şeyin çoğu oldu. Arkadaş edinip evimize davet ettik, balkonda şarap içip müzikler dinledik. Okuduk okuduk doymadık hep okuduk. Kütüphanede bile sabahladık. En iyi filmleri anlamaya anlamaya sonunda kahkahalara boğularak izledik. Arada evimize yerleşenler de oldu ama çoğu gitti, biz hancı gelen giden yolcu oldu. Pazarlara gidip poşet poşet meyve sebze aldık, pazardan dönüp bir kilo çileği şekere batıra batıra, domatesi tuzlaya tuzlaya yedik. O sebzelerle yemekler pişti tencereler kaynadı. Kaç kez yaktık altını fasulyenin. Dört duvarı tuğladan, içinde her dakika gülerek, ağlayarak, kahkahalarla yaraların sarılması ne anlama geldiğini anlayarak o evi yuvaya döndürdük. Kalbim ısınıyordu ilk defa. Kendimi bir yere ait hissediyorum. Acı yoktu, tehlike yoktu, öfke yoktu. Kapatmıştık kapımızı tüm kötülüklere. Sokakta, okuldan koşarcasına eve dönüyor saatlerce evden çıkmıyorduk. Bazen okula bile gitmiyor, derslere girmiyor, kitapların yüzünü açmıyor ,sınavlara son akşam çalışıyorduk. Sıcak suyumuz yoktu, banyoyu kettle ‘da su kaynatarak yapıyorduk ama lüks ve bakımdan da geri kalmıyor en ala saç kremini, şampuanı falan kullanıyorduk. Kendimizi bulmuş hayatın ve öğrenciliğin tadını çıkarıyorduk. Yanımıza kimse yaklaşamıyordu, bir duvar örmüştük. Herkes küçümsüyor kimseyi kendimize denk görmüyorduk ama asıl kimseye yer bırakmayacak kadar yaşıyorduk kendimizi. Sonra o gün geldi, okul bitti, diplomalar verildi. Ağlaya ağlaya boşalttık evi. Duvardan indirdiğimiz tablolara içli içli bakıyor perdeleri hüzünle söküyorduk. Rüya bitmişti. Yuva yıkılmıştı. Bir daha asla yer edinemeyeceğiz gibi gelmişti. Öyle de oldu. Asla sığamadık hiçbir yere. Döndük dolaştık, asla mutlu olamadık bir daha. Bir sürü kapımız vardı başımızı sokacak ama hiçbiri yuva olmuyordu. Sezin İzmir’de, ben Ankara’da deyim yerindeyse oradan oraya sürüklendik senelerce. Bütün tehlikelere açık, daha da yaralanmaya müsait halde ertesi günü düşünmeden, geçirdiğimiz 2 senenin avuntusuyla geçti yıllar. Nereye sığarsak sığalım artık o mutlu yuvayı asla bulamadık. Sonra unuttuk birbirimize de. Kim bilir nerede ne halde yaşıyordu Sezin şimdi. Sonra anladım seneler içinde dört duvar, mobilyalar, imkanlar önemli değildi, önemli olan kendini bulman ve içindeki yuvaya yerleşmendi…