İyi Bir Baba


Güneş, sabahın ilk ışıklarından başlayarak ilçeyi bütün gün aydınlatacağına yemin etmiş gibi parıl parıl parlıyor, sokağa çıkmayan ama sıcacık yataklarından kalmış camdan dışarı bakanlara ‘bahar kapıda’ diye umut veriyordu. Fakat nihayetinde aylardan Ocak’tı. Hava karlı bir kış gününden daha soğuktu. Nüfusun yarısından fazlası yaşlı olduğu için onları memnun etmek gerektiğine inanan yerel yönetimin merkeze konumlandırdığı, yaz kış bakımlı olan park güneşten nasibini almış, insana bu sabah da yaşama sevinci veriyordu. Serçeler yapraksız bir süs dutunda cıvıldaşıyor, güvercinler sağa sola saçılan bayat ekmeği hızlı hızlı gagalıyorlardı. Her iş günü olduğu gibi bu sabah da evden kaçarcasına erkenden yola düşen muhasebeci İbrahim Bey, uzun, kırçıllı, yün paltosunun içine sokulmuş, özenle taradığı iki teline fötr şapkasını oturtmuş, kendi kendine söylenerek parktan geçiyordu. Ne serçeleri duyuyor, ne güvercinleri görüyordu. Ellerini arkasına bağlamış, ayakkabısını sürüyerek yürüyor ve aynı cümleyi aynı tonda tekrar edip duruyordu. ‘’ İyi baba olamadım!’’

Kendisinden de yaşlı iş hanına ulaştığında burnuna dolan ağır sidik kokusuna bir küfür savurdu. Bu, kaçıncı küfürdü uyandığından beri ,saymıyordu. Geniş döner merdivenin basamaklarından ağır ağır çıkarken çaycı Hüseyin’le karşılaştı.

-Günaydın beyim! Salim Bey’ e taze çay götürüyorum. Getireyim mi bir tane beyim?

Hızını kesmeye niyeti olmayan Hüseyin, yanıt alamadığına bakmadı bile.

Yazıhanenin bulunduğu 3. Kata ulaşarak sarı boyalı tahta pervazlı kapıyı açmaya yeltendiğinde her zamanki gibi kapı kulpuna sıkıştırılmayıp yere bırakılan ‘’ İLÇE’NİN SESİ’’ adlı gazeteyi bu sefer eğilip almadı. Tüm siniriyle gazeteye bir tekme savurunca gazete aylardır boş olan karşı dükkanın kapısına savruldu.

Son zamanlarda gittikçe artan nemli tahta ve toz kokusu kapıdan içeri adım atar atmaz insanın yüzüne çarpıyor, tahta kurularının gıcırtısı kulağı dolduruyordu. İbrahim Bey’in en az 3 torunu ile yaşıt mobilyalar- ki en küçük torunu  üniversite okuyordu- can çekişmelerini bu yolla anlatıyorlardı. Paltosunu çıkarmadan kapının arkasına geçip lamba düğmeleri yoklayıp girişinkine bastı. Şak! O da ne!

^^Ticaret lisesi son sınıf öğrencisi ortanca oğlu Naci, girişteki masada, kafasını pembe kağıt dosyalara gömmüş ,sağ elinde hesap makinesi harıl harıl çalışıyor. İbrahim Bey şaşkın. Neler oluyor. Hayal olmalı tün bunlar, ayakta rüya görür mü insan?… Soba yanıyor gürül gürül. Ortalık cıvıl cıvıl. Yanında çalışan 3 kızdan en genç ve en neşelisi Hülya bir koşu yanına gelip;

-Hoş geldiniz İbrahim Bey. Alayım.

Arkasına geçmiş paltosunu çıkarmasını bekliyor. Donakalan İbrahim Bey tepkisiz, inanamıyor. Girişten içeri korkuyla adım atıyor. Her şey 20 sene evvelki gibi…Yazıhanenin bu canlı hallerini görünce hüzün kaplıyor İbrahim Beyi. Gözleri doluyor. Karşılıklı paylaşılan masalarda ve dolaplarda dosyalar, kalemler, faturalar dolu. Herkes pürtelaş işinin peşinde. İçeriden, kendi odasından seslerin geldiğini duyunca odaya doğru ilerliyor. Yüksek sesli çalışan yazıcı başında fatura çıkartan Hanife kafasıyla selam verip tebessüm ediyor. Bu kalabalık, gürültülü ortam geçmişin özlemini coşturuyor İbrahim Beyde…Neler olmuştu neden eskide kalmıştı bu günler…Neden eskimişti o günler…Hiç bitmesin istedi bu rüya. Hiç kimse gitmesin bir daha bir yere…^^

Ne tesadüf ki kendisine en uygun zamanı seçen pencerenin yalama dili, dışarıda esen sert rüzgara daha fazla dayanamayıp çarparak açıldı ve tül perdeden kabaran eteğiyle dışardaki soğuk havayı içeri doldurdu. Pencerenin çarpmasıyla rüyasından uyanan İbrahim Bey can havliyle pencereyi kapatmaya koştu. Dağarcığındaki tüm küfürleri gün yüzüne çıkararak birkaç kez sertçe ittirdiği pencerenin kulpu nihayetinde elinde kaldı. Pencere açık kalmaya ve içeriyi soğukla doldurmaya devam ediyordu. Bir şeyler bulmalı diyerek etrafa bakınmaya başladı. İçeriye dolan rüzgarı engellemeye yarayacak malzeme için depoya yöneldi. Bir Nazım vardı eskiden her işe koşan. Şimdi o da gitmişti herkes gibi. Yetiş Nazım!

‘Soba kurulacak Nazım’

‘Evde ütü bozulmuş Nazım bi koşu hallediver.’

‘Kömür çuvallarını sırtlayıver Nazım’

‘Naci yine sızmış bir yerde eve götürüver.’

‘Necmi çoluk çocuğu kapıya koymuş gene Nazım, Bi toplayıp getiriver.’

İş başa düşünce yani Nazım da gidince ilk zamanlar zor gelse de artık alışmıştı İbrahim Bey işleri kendi halletmeye. Depoya dalınca az önceki rüya silinip gitti tabi. Düşünmedi üzerinde. Halletmesi gereken pencere onu bekliyordu.

Depoda neler vardı neler; hortum, eski bir musluk başı, 2 gözlü elektrikli ocak…Gelenin gidenin eksik olmadığı günlerde ne çok çay , kahve pişerdi üstünde. İşe yarar bir şey bulmak için depoya girip te eski eşyalarla karşılaşınca hareketleri yavaşladı İbrahim Bey’in. Eline aldığı her eski ve bozuk parçaları ince bir titizlikle incelerken belleğinde anı kovaladı aslında. Her birinde ayrı ayrı kaybolup giderken kapıdaki çan sesi uyandırdı anıların rüyasından. Bir sürü küçük rüyadan büyük bir rüyaya sürüklendi İbrahim Bey.

^^İçeriye bıyıkları henüz terlemiş, liseye yeni başlayan ve herkesi sahip olduğu şeytan tüyüyle gıdıklayan en küçük oğlu Nurettin giriyor. Girer girmez kızların üçünün birden yüzlerinde güller açıyor, şakalaşmalar, şen kahkahalar…

Elinde tuttuğu eski bir muslukla arkasından gidiyor Nurettin’in. Ne kadar da genç ne kadar da toy diye geçiriyor içinden. Bir zamanlar onunda bir çocuk olduğu gördüğünde hatırlayıveriyor. Nurettin, babasının odasına girerken ellerini kavuşturup kamburlaşıyor. Utangaç tavrını takınıyor hemen. Az önceki kazanovadan eser yok! Elindeki gazeteye sarılı yufka ekmeği yavaşça masaya bırakırken babasının eline sarılıyor birden öpmek için;

-Okula gitmeden bir hayır duanı alayım baba. Anam gönderdi, yeni yapmış ekmeği.

Makam koltuğunda oturan İbrahim Bey zorla öptürüyor elini. Cebinden bir beşlik çıkartıp uzatıyor yüzüne bakmadan. Kendisinin de genç halini görünce yüreği cız ediyor İbrahim Bey’in. O sırada Nurettin eğilerek babasının cebinden sarkan onluğu da çekiyor gizlice. Hanife ile göz göze gelip muzurca gülüyor sessizce. Sinirleniyor İbrahim Bey, aklına geliyor Nurettin’in yaptıkları. Gördüğü masum hırsızlık olayı asıl olayı hatırlatıyor çünkü. Sinirlenip bir yumruk savuruyor savurmasına ama sıyırıp geçiyor hayalden. Düşüyor nerdeyse…^^

Sinirlenince uçtu tüm rüya. Gerçeğe yeniden akın etti İbrahim Bey’in yıpranmış beyin hücreleri. Ah yaşlılık! Ne güzel de oyun oynuyor zihni, almış eline ipleri… Bilinci yerinde olduğu için bu hayallere bir anlam veremedi. Çok mu özlemişti geçmişi yoksa pişman mıydı tüm hayatından. Tüm bunları düşünürken kulağına biteviye damlayan musluğun sesi ve yanmayan soğuk soba ,eskimiş hayatına geçişi daha da kolaylaştırıyor İbrahim Bey’i.

Sobanın başına vardığında demir maşayı eline alıp kapağını araladı. Bir önceki günden kalan gri küllere bakıp içi sıkıldı. Açık camdan içeri dolan soğuk havaya yönelip gözlerini kapattı. Uzun uzun nefes aldı. Geçmiş bugün misafir belli. Çıkmadı aklından. Nerede hata yaptığını bulmaya çalışıyordu beyni. Eskiden cıvıl cıvıl olan bu yazıhane , akşam eve dönerken eli kolu dolu halleri, kendisini pencerede bekleyen Adile Hanım’ı ,analığını, kendi babalığını. Bir bir sardırdı tüm anılarını. Daha önce aklına düşmeyen , unutulmaya yüz tutmuş toz kaplı anılar canlandı sanki birden, hesaplaşmaya geldiler. Geçmişte iyi bir hayat sürmüştü. Zamana yenildim diyordu kendine. Eskidi hayat, eskidim diyordu. Bir köşeye atıldım. Hadi hanım öldü, evlatların yüzünü zaten şeytan görsün, hiç mi dostu yoktu? Kimse neden çalmıyordu kapısını artık. İbrahim Bey , iyi bir baba olamadım diye hayıflanırken iyi bir dost da mı olamamıştı acaba? Kimden neyi eksik etmişti de böyle eksik kalmıştı şimdi kendi?…

Odasına geçip koltuğuna oturdu. Paltosunu çıkarmamıştı. Gömüldü iyice içine. Kapatıp gözlerini iyi olmadığı ne varsa topladı eteğine. Bu hesaplaşmayı bir çan sesi kesti kapıdan gelen…

^^ Necmi’nin çarpık bacaklı, kavanoz dibi gözlüklü hanımı ile ikizler daldı içeri haldur huldur.

-Öpün bakalım dedenizin elini. Allah tuttuğunuzu altın etsin babacığım.

İlk evi Necmi Evlendiğinde ona almıştı İbrahim Bey. Hanım çok beğenip kendine de istemişti aynı apartmandan. Aslında beğendiğinden değil tabi, alınan ilk daire giriş katıydı.  Necmi ‘’ Ben oturmam girişte , kattan alsın ‘’ deyince Adile Hanım, katakulli yaparak aynı apartmanın 3. Katından bir daire daha aldırdı İbrahim Bey’e. Sonra ‘’yaşlıyım,üst kata çıkamam’’ deyip girişe kendileri oturdular. Tapu değişmedi tabii. Nereden bilecek seneler sonra oturduğu evin tapusuyla kapıya dayanmış yabancı bir adamın ‘’evi satın aldım,çıkın!’’ diyeceğini. Yine bugünkü gibi çok üzülmüştü İbrahim Bey. İyi bir baba olmadığı düşüncesi o zamanlar yeni yeni filizlenmişti.

Artırarak biriktirmedi İbrahim Bey, cefa da çekmedi ama kendi de har vurup harman savurmadı. O kadar malın mülkün yarısı babadan kalma-daha sonra değerlenen-tarlalar kalanını da işlerinin iyi gitmesindendi. Çok çalışırdı çünkü. Yaz demeden kış demeden sabah ezanı ile açtı yazıhaneyi. Çoğu zaman herkesten sonra çıktı. Birgünden birgüne işini ertesi güne bırakmadı. Kendisinden başka 2 kardeşi daha vardı. Abisi seneler önce babasına küsüp Kanada’ya yerleşmiş bir daha da geri dönmemişti. Kız kardeşi küçükken geçirdiği menenjit hastalığı nedeniyle engelliydi ve köyde kerpiç bir evde, bakıcısı ile yaşıyordu. Her türlü ihtiyacı İbrahim Bey karşılıyordu. Herkese gül gibi bakıyordu. Ailesinin bir dediğini iki etmedi, bir eli yağda bir eli balda yaşattı herkesi. Sadece ailesi değil, günde en az 3 fukara elini öpmeye gelir, harçlık almadan gitmezlerdi. Yanında çalışan herkes deyim yerindeyse bal tutup parmağını yaladı.

Yalnız İbrahim Bey mal ve mülk edindikçe evdekilerde boş durmuyor, tüketmek için adeta yarışıyorlardı. Küçük kızı Naciye’nin kocası inşaatı bitiremeyip işi toslayınca betoncuya, fayansçıya dünyanın borcu çıkmıştı. Adile Hanım da yemişti İbrahim Bey’in başının etini, hiç kıyamazdı kızlarına ve onların kocalarına… İlk satışının miladı başlamıştı böylece… Nurettin arabayı vurur, perte çıkarır, gitti mis gibi köşedeki dükkan. Naci de az değil, ödeyebilir miyim demeden kredi almak da neydi? Gölbaşı’ndaki arsanın o zaman değil, oralar değerlendiğinde çıktı acısı… Ah o Necmi! Gösteriş budalası, safa pezevengi! Kimlerle yarışıyor da apartman dikiyor, paçan yetmiyorsa otur oturduğun yerde!

Bu sefer de değerli birkaç tarla gözden çıkarılırdı elbet. Zaten miras bırakmaya niyeti yoktu İbrahim Bey’in. Daha sağlığımda kavga ediyorlar, öldüğümde birbirlerini öldürürler diyordu. Ama bu sefer mal mülk değildi derdi, dolandırıldığına kızıyordu. Hem de öz be öz kendi oğlu Nurettin tarafından.

‘’İsterseniz savcılığa suç duyurusunda bulunabilirsiniz fakat evraklarda imzanız mevcut’’ diyordu bankadaki kız. Tam 50 bin Türk lirası kredi çekilmişti İbrahim Bey adına imza taklidi yolu ile. Taksitler ödenmediği için emekli maaşına haciz konmuştu da öyle öğrenmişti. Nurettin’in küçükken elinde kalemle gazetedeki harflerin üzerinden geçerek kendini eğleyen o halleri gelmişti gözünün önüne, bankada iki büklüm konuyu anlamaya çalışırken. İşe akıl sır erdiremiyor, şeytanın peşine düşüp kendi öz oğlunu dolandırıcılıktan içeri tıktırası geliyordu.

Zamanında ilçede tek tük bulunan ve okumuş adamın yapabileceği mesleği ile gurur duyan muhasebeci İbrahim Bey, senelerce çalışmış ,yetmemiş 3 oğluna da mesleği öğreterek her birinin ekmeğini eline vermişti. Ayırmaksızın tüm çocuklarına birer ev ve araba…

Oğlanların zamanı gelince yazıhanelerini de açmış, mobilyalarına kadar donatmıştı. Gelinlerin hepsinin gönlü hoş edilmiş, torunlar gofretsiz gün geçirmemişti. ‘’Daha ne yapabilirdi bir baba! Utanmaz arlanmazlar!’’ kendini alamıyordu bunları düşünmekten. Tüm bunları düşünürken ne yapacağını bilmez halde yazıhanenin içinde oradan oraya hareket ediyor, her hareketinin arkasından bir toz yığını kalkıyordu. Nefesinin daraldığını hissetti. Bir omuz hareketi ile paltosunu arkaya atıp gömleğinin yakasını gevşetti. Derin bir nefesle tutuna tutuna koltuğuna ulaştı. Yerine oturup biraz sakinleşebilse başının çaresine bakacak , hayatını normale döndürebilecekti. Koltuğuna ulaştığında tam yerine oturacaktı ki karşısında beton gibi dikilen karısını, Adile Hanım’ ı gördü. Bu sefer konuştu bu hayalle İbrahim Bey. Sağlığında da bir tek ona yeterdi gücü, ona çıkardı sesi.

Kesik kesik soluk sesiyle;

-Ne geldin gene! Ne dikildin tepeme! Öldün gittin yine bırakmadın peşimi ! Senin evlatların bunlar, sen yetiştirdin hepsini, senin eserin!

Arada yazıhaneye gelir yoklardı İbrahim Bey’i. Çipil gözleri ile etrafı süzerken kızlara gözdağı , İbrahim Bey’in içine de sıkıntı verir giderdi. Yine o üzerinden çıkarmadığı vizon kürkü, kin dolu çekik gözleri, bembeyaz suratıyla dikilmeye devam etti Adile Hanım’ın hayali. Alışkanlık edindiği dizlerinin ağrısından eser yoktu.

-Bağırma anneme baba! Diye diklendi Hayriye. Bir sen eksiksin dedi İbrahim Bey.

-Yeter baba! Diyen Necmi de bitiverdi.

Dizildiler annelerinin arkasına çoğalarak. Nefret, sevgisizlik, kin ve öfke dile geldi. Daha fazla dayanamadı İbrahim Bey. İlkbaharda eriyen karların nehirlere kavuşup oluşturduğu çağlayanlar gibi hüngür hüngür ağlamaya başladı koca adam.

-Neyinizi eksik ettim. Babalıktan başka ne yaptım size? Neden düşmansınız bana? Diye ağlarken susmadı ve kaybolmadı hayaller. Dizlerinin üzerine çökerken iki eliyle de gözlerinden boşalan yaşları silmeye çalışıyordu. Görüntüler yaşlı gözlerde flulaşırken hayaller daha da belirginleşip canlanıyordu…

                            *                           *                                    *

Hızla ilerleyen hayatı daha da hızla tüketmeye vesile olan teknoloji, İbrahim Bey’in de başına bela olan bilgisayar ortamında işlenen tüm evraklar , bu bilinmeyen dünya, yanında çalışan Necla’ya mecbur kılmış, kimin patron kimin çalışan olduğu unutulmuş, konuşulmamış karşılıklı sonsuz hoşgörü anlaşması yapılmış gibiydi. Ülkede seyreden işsizlik sorunu ve  vasat seviyedeki mesleki bilgisi aslında Necla’yı bu işyerine mecbur kılmış olsa da bunu hissettirmiyor olması her iki tarafında işine böyle geldiğinden patronluk müessesesi önemini yitirmişti. Kendine göre sahip olduğu ayrıcalıklı bu dünyada o da bir düzen tutturmuştu. Sabah 10:00 dan önce gelmez, öğleden sonra 15:00 oldu mu kimse tutamazdı. Hem mesai tamamlasa ne olacaktı, eskisi kadar iş mi vardı? Birkaç eski dost hatır için uğrar , ahde vefa müşteri yoklardı. O da ayda yılda bir.

Saat 10’u 35 geçiyordu. Acele etmedi Necla. Uzun caddede karşıdan karşıya geçerken fırından taze simit kokusu  doldu burnuna. Dayanamadı dalıverdi fırına. Çıkarken fırından bozuk paraları çantasına tıkıştırdı, saate baktı , adımlarını sıklaştırdı. Maksat simitler soğumasın. Basamaklardan hızlı hızlı çıkarken çay ocağının önüne gelince seslendi Hüseyin’ e acilinden 2 çay diye. Onu gören Hüseyin zıpladı birden.

-Hay Allah ablam, İbrahim Bey’ e çay bırakacaktım ya ! Yaşlandık görüyo musun nasıl unuttum. Hemen getiriyorum.

Kapıyı açıp da içeri girince buz gibi esti yüzüne. Sobanın yanmadığını anlayıp çattı kaşlarını. Olacak şey değil, bu saat olsun, patronu gelmemiş olsun, sobayı yakmamış olsun. Fakat kapı açık…

İçeri yönelip adımını atar atmaz patronunun yerde yatan cansız bedenini gördü. Elindeki simitlerin sıcaklığından terleyen naylon poşeti masaya bıraktı ve korkarak cesede yaklaştı. İbrahim Bey nefes almıyordu. Ölüm nedeninin kalp krizi olduğunu sonradan hastanede öğrenecekti.

Necla’nın feryatlarıyla meraklı İşhanı sakinleri kısa sürede yazıhanenin kapısında biriktiler. Yanı başında ağlayan Necla, elinde sıcak 2 çayla kalakalan Hüseyin, en yakın dostu Salim Bey, ıslak ve acılı yüzüne bakarak onun ıstırap içinde öldüğünü düşünseler de o sırada İbrahim Bey, sanılanın aksine bu kez pek tatlı bir hülyadaydı.

Yeşil kocaman bir ceviz ağacının altında oturmuş, bütün çocukları yanı başında iken onlara masal anlatıp şakalar yapıyordu. Şen kahkahaları mavi gökyüzüne ulaşıp kuşların kanadıyla sonsuzluğa erişiyordu. Gökyüzünde parlayan güneş bu kez insanı iliklerine kadar ısıtıyordu.