Hamiyet Hala


Yıllar geçtikçe, yaşlılık gidip gelmekten yorulup ruha yerleşince herkes birine ,bir şeye dönüşür. Ben de Hamiyet halama dönüşmüştüm. Hiç fark etmeden sinsi sinsi içlemiş içime… Hiç sevmediğim hatta nefret ettiğim halama benzediğimi o gün fark ettim…

Zavallı annemin düğünümde hediye ettiği, kendisinden hatıra olarak kalmasını istediği, benim pek içime sinmeyen sıralı taşlı bileklik sebep olmuştu her şeye. İlk evlendiğim sıra takardım. Sonra peşi sıra doğan çocuklar, ev telaşı, dünya telaşı derken aman deyip atıverdim bir köşeye. Çocuklar büyüyünce de geçti hevesim. Sonra modası da geçti. Annemin dediği gibi hatıra olarak kaldı bir köşede. Yıllar var açıp bakmadım ziynet kutuma. Büyük oğlanın düğününde belki. Küçüğü yurt dışına gönderirken miydi yoksa.

O sabah Vecdi, çoktan kalkmış, gitmiş dükkanı açmaya. Oldu olası erken uyanır ,uyanınca da duramaz evde. Uyanır uyanmaz  da tüm perdeleri açar ,sevmez karanlık. Ben ise bütün gece uyuyamam, geç uyanırım o sebeple. O sabah da güneş çoktan yükselmiş, içeri dolan ışığıyla uyandırdı beni ama iyi bir uyku çekmişim. Gerine gerine döndüm yatakta uyanınca. Güneş ısrarla ışıklarını sokunca gözüme, yüzük parmağımı tutup tek taş yaptım kendime. Güldüm halime. Keyfim yerindeydi maşallah. ama o an aklıma düştü ziynet kutum. Yüzümü bile yıkamadan daldım gardıroba, şahsıma ayırdığım iç çamaşırı çekmecesini çekip arka taraflardan lacivert kadife kutuyu özenle çıkardım.

‘‘Taranmamış dağınık saçları, üzerinde beyaz, eprimiş penye geceliği ile çekmeceye dalmış çıkarttığı her bir parçaya dikkatlice bakıyor ve düzenlediği yerine özenle koyuveriyordu. Acelesi olmadığı belli, aheste aheste inceleyip hülyalara dalıyor besbelli. Geçmişe yaptığı yolculuk onun bu sıradan hayatından bir an olsun uzaklaşmak mutluluk veriyor belli ki…. O an imkan olsa kafasından geçenler bir projeksiyonla yansıtılsa  duvara dağınık yatak odasından eser kalmazdı…’’

Tüm mücevheratı anıları ile birlikte anarak özenle yerleştirdim tekrar kutusuna. Diğer parçalarla karşılaşınca asıl neyi aradığımı unutmuşum. Tüm kutuyu yerleştirip kapattıktan sonra yerine tam koyacaktım ki onun olmadığını fark ettim. ’O’ yani annemin düğünümde hediye ettiği bileklik. Olması gereken yerde olmadığından-kim bilir nerede olduğundan-ilk olarak diğer çekmeceleri aramaya başladım. Herhangi bir endişe yaratmadığımdan ilk dağıtmış olduğum çekmece toplanma imkanı bulmuş olsa da yavaş yavaş ve gitgide dengesini kaybeden sinirlerim çekmecelerle boğuşma noktasına gelmişti. Başladığım yerde değildim. Uyandığım zamanki ruh halimden eser yoktu. Baktığım her yere tekrar tekrar bakıyor ,zihnimin yavaş yavaş farklı duygulara bürünüp beni yönettiğini fark etmiyordum. Çekmecelerden saçılan eşyalar arasından sanki bana bakıp ‘nereye bakıyorsun aptal kadın buradayım işte!’ diyor sonra gördüm zannedip elimi attığım an ‘nah buldun’ deyip şuh bir kahkaha atıyor ve oradan oraya kaçıyordu. Artık gözüm hiçbir şeyi doğru düzgün seçemiyordu. Hoş gözümle aramıyordum artık ve farkında değildim de.

‘Dışarıda sabah çoktan yol almış vakit öğleye seyrediyordu. Çocuklar okul tatil olduğundan öğlene kadar uyuma haklarını kullanmış sokakta sadece sokak satıcılarının seslerine müsaade etmişlerdi. Bir tür anlaşma vardı sanki.. Sabah satıcılar akşam çocuklar! Ant içmişlerdi sokak sessiz kalmayacaktı…’

Hamiyet Halam, tam 59 yaşında iken, kocasının yurtdışından getirdiği Hint bülbülünün kafesini temizlerken, camdan kaçmasına sebep olmuş ardından kış vakti kendini sokaklara atmış fakat bulamamış, o üzüntü ile kendini kaybederek kimsenin saatlerce fark etmediği bir yerde sabaha kadar kimsesizler gibi donmuş, hipotermiden vefat etmişti. Çocuğu olmadığı için, tabi o zaman ülke sınırları içerisinde nadir bulunan bu değerli ve güzel kuş, halamın yoldaşı, dayanağı, evladı gibi olmuştu. Hele eşinin ve babaannemin kaybından sonra iyice üzerine titremiş,eve komşu bile sokmazmış kuş hastalanacak diye. Ne zaman biri çocuğundan ,yaptığı şirin şeylerden bahsetse, halam da hemen ‘Asil’ adını verdiği kuşunun tıpkı bir insan gibi verdiği tepkileri anlatırmış. Aslen Hamiyet halam, Kemal Sunal’ın meşhur filmindeki ‘’Şabaniye’’ kadar çirkin; kaba saba, küfürbaz biriydi. Ona dair hatırladığım şeyler; simsiyah kalın telli, senelerdir kesim modeli değişmeyen küt saçları ve onları zapt etsin diye saçının ön kısmında hafif bombeye sebep olan kahverengi tacı… Büyük kalçalarını kapatsın diye mahallenin konfeksiyoncusundan alınan birbirinin aynısı ve mevsimine göre triko , mevsimine göre penye ama mutlaka koyu renk hırka; yerlere kadar uzanan çiçekli basma eteği.. Onu hiç bir zaman döpiyes ile görmedim. Giyse de yakışmayacağına emin olacağımız orantısız bir vücut. Alabildiğince bir çirkinlik. Burnu, arkadaşları arasında ‘koca burun ‘ olarak anılan dedeminkinden bile büyük, uzun ve kemerli. Dudakları dolgun, etli ama hayattan memnuniyetsizliğini kanıtlarcasına alt dudak çıkık, çene büzüşük. Gelgelelim ruhuna. Hani insanın içi güzel olsun. Ne gezer! Çirkinlik  içine mi dışına hangisi hangisine ilham oluyor bilinmez. Küçük halamın havalı kızı ile ablamı, ablamla beni kıskandırır, çocuk halimizle kavgaya tutuştuğumuzda keyifle güler, bizimle alay ederdi. Babaannemle bir olup bayram şekerlerini saklar, bisküvi ve çikolataları hep en üst dolaba kaldırır, gazlı içecekleri gözümüzün içine baka baka kafasına dikerdi ‘size yok’ derdi. Yapılan hatalı bir iş ortaya çıktığında o an ortamda kim yok ise suçu ona atar, şahit olmuşçasına yalan yere yemin ederdi. Her kim olursa olsun kapıdan çıkar çıkmaz giden kişi hakkında inanılmaz kötü yorumlar yapar ve mutlaka kişiyi düşman ederdi. ‘Sana nasıl baktığını görmedin mi?’’

Aksi ve lanet bir kişi olarak hatırladığım babaannem –annemin deyimiyle-özünde iyi insan olsa da kızlarının lafı ile hareket edermiş-yalan yanlış demeden hemen inanırmış. Hemen hemen her gün ziyaret ettiğimiz evinden en çok bir hafta süren huzurlu günler arkasından mutlaka küs dönerdik. Bir gün annem yine ağlaya ağlaya sürüklerken bizi dönüp arkama baktığımda yumruk şeklinde eli ağzında kıs kıs gülerken yakaladım onu. Çocuk aklım anlam veremedim ve kimseye bir şey demedim. Hem desem ne olacaktı, kim bana inanacaktı. Sonra aklım erdiğinde illallah etti annem, babam iki arada kalmaktan bıktı, yeter dedi. Görüşmedik bir daha. Babaannemi en son dedemin cenazesinde, halamı ise en son babaannemin cenazesinde gördüm. Yoksa almaz mıydım hıncımı. Gerçi babaannemin cenazesinde halam başsağlığı kabul etmediğini haykırarak öyle bir defetti ki beni, intikam fantezilerim pıs diye sönüverdi. ’Dön git Neriman, heba oldu çocukluğun, uzatma’ daha deyip döndürdüm kendimi. Ağladım içli içli. Giden çocukluğuma, sindirilen ruhuma. Gelen giden acıdı, pek severdi babaannesini yazık dediler…

Onca mal mülk, kocası ile gittiği yurtdışı seyahatlerinden hatıra diye getirdiği saçma ve zevksiz biblolar, vazolar ,her seferinde dayanamayıp aldığı onca zücaciye kalakaldı öylece. Öyle düşkündü ki eşyaya ,belki de en çok onlar kaldı yetim şu dünyada..

Havalandırılmadığından ağır bir koku sarmıştı her yeri…Uyku kokusu, sıcağın kokusu, boşaltılmayan çöpün kokusu, belki ocakta unutulan akşamdan yemeğin kokusu…Bütün kokular birbirine karışıyor, en kötü hangisi insan emin olamıyordu yaz gününde…Ama bu mevsimin en güzel hali, uyanır uyanmaz açılan camın kapanmayacağına emin olma hali değil miydi?…

Caminin hocası öyle içten okudu ki ezanı ancak o zaman farkına varabildim zamanı. Öğle olmuştu bile ve ev neredeyse didik didik aranmış ve saçılmış hali ile iğne atsan bulunmayacak durumda idi. Fakat bileklik hala ortada yoktu. Çılgınlar gibi arıyordum ama sanki bileklik değildi aradığım, çocukluğum gençliğim gitmişti elden. Masumiyetim, heyecanım, geleceğe umutlarım… Bir daha asla yaşayamayacağım duygularım. Yapmaya heveslendiğim, gençliğime güvenip ertelediğim her şey. Sanki o bileklikti bütün o son umut. Yitirildiği gerçekliği vuruyordu suratıma her bulamadığımda, kaybettiğim yılları haykırıyordu, bulamadıkça, beynimden aşağı kaynar sular dökülüyordu. Bulunca ne olacağı hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Bir totem gibi sanki başıma kötü bir şey gelecekmiş gibi, içim susmak bilmiyordu. ‘Bulmalısın! Bulmalısın! Yoksaaaa…’ diye boşluğa yankılanan sesiyle tehditkar biri konuşuyordu sanki sürekli.

Hoca ezanı bitirir bitirmez sakinleşmem gerektiğini düşündüm. Bu arama işini bırakmalı, kafamı toplayarak tekrar sakince aramalıydım. Balkona geçip bir sigara yakacak arkasından duşa girip çıkınca güzel bir kahve yapacaktım kendime. Yorgunluğum biter bitmez evi toparlayacak ve bu arama işini başka bir zamana bırakacaktım. Hatta umursamayacaktım. Balkondaki tahta divana yaslanıp saksının arkasına sakladığım sigara paketine uzandım. Paket yerinde idi, el yordamı ile aradığım çakmağa ulaşamadım. Nerede idi bu lanet olası çakmak yine derken saksının dibinde parıldayan bir şey gözüme çarptı. Elimi toprağa sokuşturduğumda gömülü halde taşlı bilekliği fark ettim. Ağzım açık havada tuttuğum şey saatlerdir aradığım bileklikti. Çamur içinde kalmıştı. Bir elimde yanmayan sigara diğer elimde bileklik , o çamurlu haliyle banyoya götürerek balkona çıkmadan ısınsın diye açtığım suyun altına tuttum. Her nasıl oldu ise bileklik titreyen yaşlı ellerim arasından kayıverdi ve giderden akan su ile akıverdi. Hiç düşünmeden kabine daldım, metal gider kapağını açmaya çalışıyordum, akan suyu kapatmayı akıl edemiyordum. Su başımdan aşağı akmaya devam ettikçe gözlerimi açamıyordum. Zaten gücü tartışmaya dahi kapalı sinirlerim daha fazla dayanamadan akmaya ve akan suya karışmaya devam etti. Bir yandan bırak gitsin diyordum bir yandan nasıl izin verirsin diye kafamı yumrukluyordum. Orda ne kadar kaldım hatırlamıyorum. Tek hatırladığım beni tokatlayarak kendime getirmeye çalışan eşim, kocaman mavi gözlerini fal taşı gibi açarak bana bakan gelinim ve etrafı telaşla dağıtarak havlu arayan oğlum. Yüzlerindeki telaş ve endişe durumu bir an önce açıklığa kavuşturmam konusunda ısrarcıydı. Ne oldu burda böyle , hırsız mı girmişti, biri bir şey mi yapmıştı, bu evi kim dağıtmıştı, ağlayarak banyoda ne arıyordum.. Ne olduğunu anlatıp anlatmamaya karar vermeye çalışırken yaşadım işte o şoku. Hamiyet halam gibi, tüm hayatımı, tüm eksikliğimi, yanlışlarımı, hayallerimi ve umutlarımı yüklediğim bir eşya uğruna hayatı vermenin ne demek olduğunu. Yıllarca nefret ederek içimde kin biriktirmek yerine onu anlamaya çalışsaydım annemin hatırası yerine kendime sarılır, yaralarımı çoktan kapatırdım belki de. Kimbilir..