Anı


Bak aklıma bir anım geldi, anlatmadan geçmeyeyim. Çocuktum o zaman, küçüğüm yani bayağı. Şimdiki yaşım ve hayatımı düşününce bir hayli küçük diyorum o yaşlarıma. Ama büyüğüm ben o yata da bakma sen. Hiç küçük olmadım gibi geliyor. Küçük olmak masum olmak demek gibi. Ben kendimi hiç masum bulmuyorum. Hep hatalı daha doğrusu hep zararlı. Evet doğru kelime zararlı. Kendimi hep zararlı buldum. Neyse mevzuya döneyim; sevdiğim bir arkadaşım vardı, adı Buse. Babası yoktu, terk etmişti annesi ile bunu. Daha doğrusu Buse’yi. Annesi hiç acı çekmiyor, hayatını yaşıyor, gününü gün ediyordu. Ama Buse öyle değildi. Müthiş bir acı duyuyor, babasını çok özlüyordu. Akşamları sessiz telefonlarla babasının sesini dinleyip ağlıyordu, o derece. Bir gün kampa gitmiştik beraber. Yaz kampına. Etkinlik akşamında kızın teki ‘’Kara Tren’’i söyledi de içi çekilmişti ağlamaktan. Çok üzülürdüm haline. Benim annem ,babam yanımdaydı ama ben de mutlu değildim. Annemle babam sürekli kavga ederlerdi, evde sürekli kavga kıyamet. Ablam beni sevmezdi. Ben de yapayalnız hissediyordum kendimi. Yoldaş olmuştuk sanki birbirimize. Kardeş gibi. Zaten öyle geçti yıllar boyu dostluğumuzda , kardeş gibi. Her şeye rağmen. Her şeye rağmen diyorum. Çünkü annesi beni pek sevmezdi. Kızına uygun bir arkadaş değildim ona göre. Annesi , dünya güzeli kızının arkadaşlarının da zengin ve güzel olması nı istiyor, en üst mertebe de sınıf atlamasını güzelliğinden ötürü pek tabii mümkün buluyordu. Oysa ben çirkin, sorunlu, ailesinin bile sevmediği ,fakir bir kızdım. Ama Buse beni bırakmıyordu, dedim ya kardeş gibiydik. Birbirimizin yaralarını sarıyorduk. Bir de çok gülerdi bana. Komiksin derdi. Esas ben onla gülerdim tek. Başka da pek arkadaşım yoktu zaten. Ortaokul 2. Sınıftayken bir gün eve yanımda sınıf arkadaşım Ayşe ile gitmiştik de evde annemin intihar girişimine şahit olmuştuk. Ertesi gün tüm sınıf duymuştu tabi. Utanıyor, kimseyle arkadaşlık yapmak istemiyordum. Benle kimse arkadaş olmak istemez diye düşünüyordum. Bak yine konu dağıldı, anlatacağımı unuttum. Ben sürekli Buselerdeyim tabii. Ev gergin , cehennem havası. Mutlu değilim. Buse’nin annesi bankacı. Sbah gidiyor, akşam dönüyor, gece de arkadaşları ile eğlenmeye çıkıyor. Biz hep evde yanlızız. Ve mutluyuz. Öyle yaramazlığımızda yok, oturup müzik dinleyip ağlıyoruz. Ama Buse’nin annesi tam bir afet. Arkadaşları da öyle tabii. Saçlar sırma sarı, gözler lens, kirpikler takma. Parfüm kokuları 100 metre öteden geliyor. Banyoda dolaplar hınca hınç kremler, parfümler dolu. Elbise dolabı desen altında kalsan ölürsün kıyafetlerin. Temizlikçi her hafta poşetler dolusu eski götürüyor. Bir bankacıya göre nereden geliyor bu değirmenin suyu tabii. Bilmiyoruz. Günahı boynuna. Ama birkaç adamla karşılaşıyorum ben de tabii. Otel sahibi, devlet kurumunda müfettiş, milletvekili bile görmüşlüğüm var.  Arkadaş çevresi de o şekil. Hep bekar, sarışın ve güzel kadınlar. Memur maaşı ile alınamayacak kıyafetler, hatta arabalar falan. Bir gün ben onlardayken tatlı bir arkadaşı gelid. Kadını sevdim nedense. Güzelde bir kızı vardı. Kızın babası kızı anneden almaya çalışıyormuş falan. Acıdım kadına belki de bilemiyorum. Gerçi acınacak bir algı yaratmıyorlardı, onlar çok yukarıdalardı. Sen ancak acınan olabilirdin onların yanında. Öyle de bir ego. Bu kadıncağızı sevince mutfağa yardım edeyim dedim. Çayı koydum efenim, ikramlıkları dizdim servis ettim falan. Bu arada Buse’nin annesi beni bir övüyor , bir övüyor. Vay elimin lezzeti, vay kahvemin güzelliği, mutfaktan anlayan kızcağızlar, evlenince kocam memnun kalırmış bende falan. Ben de bir yer de adam yerine konulacağım falan nasıl gazla iş yapıyorum. Tatlılar ayrı , tuzlular ayrı tabağa özenle. Peçeteleri bile katlıyorum önlerine falan. Buse de hiç oralı değil, misafirin kızıyla pek sıkı fıkı. Geçmişler bir köşeye, vermişler ağız ağıza… Ama benim umurumda değil, ulvi bir görevim var, misafire hizmette sınır tanımamak. Nasıl uslu, akıllı, iyi biri olduğuma ikna etmek. Kahveleri bir güzel yaptım , köpük köpük. Gümüş tepsiye dizdim bir de. Uzatırken reveranslar bilmemneler. En sonu kendime ayırıp bir güzel kuruldum aralarına. Sanki beni aralarına alçaklar gibi ,sohbetlerini can kulağıyla dinleyeceğim verdim kendimi. O kendi vermişlikle, kahve fincanı ağzıma götürdüğümle ortadan ikiye ayrılmasın mı. Yandım piştim aman ne çare. Her yer kahve. Koltuk beyaz, halı beyaz. Cayır cayır yandı her yanım. Tam banyoya gidiyorum kesti önümü Buse’ni annesi. Attı önüme bir bez bir kova. Sil çabuk diye verdi veriştirdi. Ama ne saymalar ne sövmeler. Eğildim siliyorum ben de zavallı. Özür falan da diliyorum ama nereye yani. Misafir kadın ağzı açık hayretler içinde bize bakıyor. Buse’nin annesi Gulyabani gibi tepemde , tek kaşını kaldırmış , beni izliyor. Yer yarılsaydı da içine girseydim dedim o gece. Kolum bacağım ayrı yandı ama kalbimin cayır cayır yanışını hiç unutamam asıl. Hayatımda ilk defa örselenmemiştim belki ama şartları bu kadar mümkün kılmış ve kendi benliğimi kanıtlayarak aferin alacakken olmuştu ne olduysa. Bir çuval incir berbat olmuştu ve ben kendimi affedemedim uzun bir süre. Yalnız bir gün. Bir gün karar verdim. Kendimi sevmeye. Başkalarının nefretini sırtımda kambur gibi taşımaya son verdim. O gün ilk aferini verdim kendime. İşte böyle. Hani sordun ya , kahveyi her seferinde bu kadar zevkle içmenin bir sebebi var mı diye? Kimse olmazsa ayağımı da uzatıyorum, keyfime bakıyorum artık.